Milli Kültür Şurası
Kadının Sosyoekonomik Siyasal Statüsü ve Aile
Doç. Dr. E. Sare Aydın Yılmaz
Toplumsal bir yapı olan aile, toplumsal bütünlüğün ve devamlılığın sağlanmasına yönelik iki önemli işleve sahiptir. Bunlardan biri neslin devamının sağlanması diğeri ise toplumun değerlerini ve kültürünü koruma ve yaşatmadır. Bu önemli ihtiyaçları karşılayan ailenin fiziki, psikolojik ve sosyal yönden sağlıklı olması, toplumun sağlıklı işleyişi ve kültürel devamlılığı için elzemdir. Ayrıca, aile kurumunun özünde olan denge ve uyumu gözetme duygusu, aile bütünlüğünün korunmasında önemlidir. Bu durumun toplumsal yansıması ise, toplumun da kendi içinde birbiriyle dayanışmaya girebilmesidir. İşte bu ideal yapının sağlanabilmesinde sorumluluğun adil ve ölçülü bir şekilde paylaşılması gerekirken tarihsel ve kültürel kodlar, gelenek, görenek ve örfler bu sorumluluğun büyük bir kısmını kadına yüklemiştir. Dünyanın en kıymetli işlerinden biri olan annelik vasfı nedeniyle kadın; toplumun geleceği olan fertlerin dünyaya getirilmesinde, sağlıklarının korunmasında, yetiştirilmesinde, sosyal bir varlık haline dönüştürülmesinde yükün ağır kısmını gerek fiziksel ve ruhsal, gerekse toplumsal olarak taşımaktadır.
Türkiye’nin tarihi seyrine bakıldığında, bu önemli sorumluluğu yüklenen kadının erkekle eş statüde olduğunu, söz söyleme ve karar verme yetkisini büyük oranda kendisinde bulundurduğu görmekteyiz. Hakanların fermanlarına “ Hakan ve Hatun emrediyor” sözleriyle başlamaları, yabancı devlet temsilcileri ve elçilerinin Hatun bulunduğu takdirde Hakan tarafından kabul edilmesi, antlaşmalara Hatun’un da iştirak etmesi buna örnek olarak verilebilir. Devlet idaresinde bu şekilde varlık gösteren kadın, öte yandan makamı ve mevkisi ne olursa olsun aynı zamanda evin iş göreni ve çocuklarının şefkatli annesi konumunda bulunmaktaydı. İslamiyet’in kabulü ise, Türk kadınının sosyal hayattaki etkin konumu ile İslam’ın kadını “insan” olarak değerli gören ve annelik vasfı sebebiyle kutsayan anlayışının birleşmesini sağlamıştır. Bu durum daha ileri ve güzel bir modeli ortaya çıkarmıştır. Tuğrul Bey’in eşi Altuncan, Alparslan’ın eşi Seyyide Hatun, Melikşah’ın eşi Celaliye Hatun gibi örneklerde kadınlar, hem devlet idaresinde sorumluluk almışlar, hem de eşlerinin en büyük yardımcıları olmuşlardır. Cumhuriyet dönemine geldiğimizde ise, siyaseten kadınların sahip olduğu haklar, kadın kimliklerinden sıyrılmaları koşuluyla kadınlara tanınmıştır. Bu tek tipleştirici modern kadın anlayışı kadın kimliğinde de kırılmalara yol açmış ve kamusal alan özel alan tartışmalarını karşımıza çıkarmıştır.
Günümüzde ise, demokratik haklar ve sosyal adaletin bir gereği olarak kadınlar eşit eğitim olanaklarına ulaşma, ekonomik olarak güçlenme ve demokrasinin olanaklarından yararlanma haklarına sahiptir. Şüphesiz kadınların sahip oldukları bu hakları kullanmaları ve toplumsal hayata etkin katılımlarının artması, toplumsal statülerinin hak ettiği noktaya ulaşması, kadının aile ve toplum içindeki yerinin iyileştirilmesi, o toplumun kalkınmasına olumlu yönde etki etmektedir. Sosyoekonomik ve siyasal alanlarda kadınların dengeleyici bir unsur olarak farklı bakış açılarıyla sunduğu/sunacağı katkılar, toplum içerisindeki denge ve uyumun sağlanmasına, işbirliğinin geliştirilmesine ve sosyal refahı sağlamaya yönelik ilgi ve alakanın artmasını sağlayacaktır. Tüm bunların da ötesinde kadınların hem niceliksel, hem de niteliksel olarak siyasi hayata ve karar alma mekanizmalarına katılımı adaletin ve demokrasinin bir gerekliliğidir.
Bu çerçevede ilk olarak kadının eğitim durumunun geliştirilip yükseltilmesi kadının sosyoekonomik ve siyasal statüsünün artması adına önem taşımaktadır. Kadının eğitim durumunun geliştikçe ve yükseldikçe çocuk yetiştirmede daha başarılı olunduğu, sağlık konusunda daha titiz hareket edildiği, ailenin geleceği konusunda daha gerçekçi kararlar alındığı gözlemlenmektedir. Eğitim seviyesinin yükselmesi sonucunda ortaya çıkan bu durumun bütün bir toplumun her anlamda refahının artmasına ve kalkınmasına yol açacağını kestirebilmek, çok da zor bir tahmin olmasa gerektir.
İkinci olarak kadın istihdamının ve girişimciliğinin desteklenmesi, kadının toplum hayatına etkin olarak katılması ve toplumsal statüsünün yükselmesi adına önem taşımaktadır. Bu doğrultuda günümüzde kadınlar hem ailesinin sosyal ve ekonomik seviyesini yükseltmek hem de kendisini içinde bulunduğu toplumun özgür bir bireyi olduğunu hissedebilmek amacıyla işgücüne katılmaktadır. Ancak, kapitalist sanayileşme hamleleri ve dünya ekonomisini etkileyen ekonomik hareketlenmeler kadınları farklı iş sahalarına yönlendirirken ev içi ve annelikle bağlantılı işlerini bir kenara bırakmalarını gerektirmiştir. Bu durum ise, kadınların annelik özelliklerini bir yana bırakarak girdikleri profesyonel hayatları ile ev içi rolleri arasında bir ikilemin oluşmasına ve kadınların ev ve iş yaşamı arasında tercih yapma veya iki iş yükünü de omuzlama zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla, bugün kadınların iş hayatına daha fazla dahil olması gerektiği sürekli dile getirilirken, yeri geldiğinde her iki pozisyonu da bir arada kusursuz ve mükemmel götürmesi beklenmesi kadınları büyük bir ikilemle karşı karşıya bırakmaktadır. Bu ikilem ve iş yükünün artışıyla emeğin değersizleşmesi hem kadının kendi kişiliği ve özgüvenin üzerinde yıpratıcı olmakta hem de daimi üretim alanı olan ailenin birlikteliğini ve bütünlüğünü de olumsuz yönde etkilemektedir.
Neden olduğu olumsuzluklar çerçevesinde bu ikilemler, uluslararası örgütler başta olmak üzere, halen ülkelerin ve birçok sivil toplum örgütünün gündeminde yer almakta ve kadının hayatını kolaylaştırıcı alternatifler sunulmaya devam etmektedir. Örneğin Birleşmiş Milletler’in çatısı altında, uluslararası alanda çalışma standartlarını belirlemede önemli bir noktada duran Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) başta olmak üzere yapılan uluslararası düzenlemelerde “fırsat eşitliği ve eşit muamele” temelinden hareketle, ailevî yükümlülüklerin kadın ve erkek için ortak sorumluluk alanları olduğu kabul edilerek, hamilelik, doğum, işyerinde cinsel taciz, yükselme ve hizmet içi eğitimden yararlanma gibi alanlarda korumaya yer verilmektedir.
Türkiye’de de kadın istihdamı, kadın iş gücü ve aileyi destekleyici, ayrımcılığı önleyici ulusal ve uluslararası ölçekte yasal yaptırımlar ve uygulamalar yürürlüğe konmuştur. Türkiye’nin 15 Ağustos 2000 yılında imzaladığı Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin 7. maddesinde geçen, “Adil ücretler ve eşit işlere, hiç bir ayrım yapılmaksızın eşit ödeme, özellikle kadınlara, kendilerine sunulan çalışma koşullarının erkeklerin koşullarından daha aşağı olmayacağı ve aynı iş için aynı ücreti alacakları konusunda güvence verilmesi” hükmü gereği, kadınlara erkeklerle eşit çalışma koşullarının sunulması ve cinsiyeti sebebiyle ayrımcılık yapılmaksızın aynı iş için kadınların aynı ücreti alacağına dair güvence verilmiştir. Dolayısıyla, iş fırsatları, koşulları ve ücretlendirme konusunda oluşabilecek eşitsizliğin ve adaletsizliğin giderilmesi garanti altına alınmıştır. Ayrıca esnek çalışma saatleri, kreş imkânları gibi iş hayatı ile aile hayatının dengelenmesi adına atılacak adımlar, üretilecek politikalar ve sosyal sorumluluk bilincinin arttırılması da kadınların iş hayatı ile aile hayatları arasında yaşadıkları ikilemi bertaraf etmek için son derece önemli adımlardır.
Sonuç olarak kadının toplumun kalkınması, toplumsal refahın ve huzurun tesisindeki rolü hiç şüphesiz tartışma götürmeyen bir konudur. Bu nedenle kadının toplumsal anlamda rol ve statü olarak doğru yerde olmasının son derece önemli olduğunu belirtmek gerekir. Bu öneme uygun olarak toplumsal, siyasi ve ekonomik açıdan kadın bakış açısının yer aldığı, kadının cinsiyetinden dolayı dezavantajlı pozisyonda bırakılmadığı, erkeklerle birlikte eşit koşulların daha adaleti, dengeli ve ölçülü düzenlendiği karar mekanizmalarında beraber yer almaları temsil gücü daha yüksek, daha kapsayıcı kurumların ve politika tercihlerinin önünü açarak daha güçlü bir yenilikçi-kalkınma yolu sunacaktır. Bunun yolu ise mevcudun ötesinde bilinçli ve nitelikli bir eğitim süreci ve kadının hem kendi niteliksel potansiyelini gerçekleştirebilme hem de toplumsal bir değer olan aile hayatını sorunsuz idame ettirebilme imkanının arttırılmasıdır. Böylece denge ve uyum gözetilerek aile kurumunun kendi iç yapısının koruması ve aslında bütün bir toplumun yapısının korunması sağlanacaktır.