KALABALIKLARLA YÜRÜYEN KADINLAR
Dalgalara karşı yüzmeye çalışan lider kadınlar kimi zaman başladıkları noktaya geri döndüler, kimi zaman da canları pahasına savaşmaya devam ettiler. Fakat en önemlisi diğer kadınlara yapılabileceğini gösterdiler. Bu yüzden yalnız değillerdi. Ne olursa olsun onların verdiği ilham ile kalabalıklar onlarla birlikte olmaya devam ediyor.
Toplumsal değişim ve dönüşümler kendi doğal süreci içerisinde gerçekleşebildiği gibi bazen bu değişimler kadınlar tarafından azimle, mücadeleyle en önemlisi iktidarın cinsiyetçi ayrımcı politikalarına karşı durarak, arkalarından sürükledikleri kitlelerle toplumun, tarihin önünü açmaları sayesinde olmuştur. Bu kadınlara önden yürüyenler dediğimiz gibi kalabalıklarla yürüyenler de diyoruz. İşte bu yazıda bu kadınlardan üçüne yer veriyorum. Millî Mücadele’mizin simge isimlerinden Halide Edib Adıvar, ABD’nin siyahi ırklara yönelik uyguladığı nefrete karşı başkaldıran Rosa Parks ve dünya siyasi tarihinin yakından tanıdığı ülkesinin ilk kadın başbakanı Benazir Bhutto. Bu kadınların en önemli ortak özelliği, kalabalıklarla birlikte yürümeleridir.
Kadınların İlk Hak Talepleri
Kadınlar toplumsal hayatta varoluş mücadelesini insanlık tarihi boyunca sürdürmüşlerdir. Zaman zaman başkaldırılarla su yüzüne çıkmaya çalışmışlarsa da hiçbir zaman tam anlamıyla bu var oluşun fitili ateşlenememiştir. Günümüz modern kazanılmış kadın hakları tarihine Batı penceresinden baktığımızda, 1800’ler ilk defa kadınların örgütlenmeye ve temel haklar mücadelesi için sokaklara indikleri dönemdir. Kadınların cinsiyet temelli maruz kaldıkları haksız muamelelere karşı verdikleri mücadelenin, Avrupa’da başlayan sivil özgürleşme hareketiyle birlikte ivme kazandığını da unutmayalım. Kadınların bu mücadelesini ateşleyen alt yapı Fransız Devrimi’nde oluşmaya başlamış ve devrimin bir getirisi olan eşitlik (egalite) fikri ile birlikte şekil almıştı.
Kadınların ilk kıpırdanışları ve ilk hak talepleri, elbette kurulu düzene karşı bir tehlike olarak görülmüştü. Erk düzen kendisine ortak olma potansiyeli taşıyan bu kadınlara karşı verdiği cevap, onları görmezden gelerek dışlamak olmuştu. Hem siyasi hem de ekonomik dinamiklerinin kabuk değiştirmeye başladığı 19. yüzyıl dünyasında kadınların varoluş mücadelesi, böylesine bir atmosferde çok zordu. Hareketi başlatan bu kadınlar, ancak evlendikten sonra belirli bir statüye sahip olabiliyorlar, eğitime sınırlı şekilde erişebiliyorlar ve sanayi devrimi ile birlikte çok ağır koşullarda uzun saatler çalıştırıyorlardı.
Eşitlik Arayışı Eşitsizliğin Çözümü
Fransız Devrimi’ne geri dönersek, eşitlik, kardeşlik ve özgürlük ilkeleri uğruna birçok kadın ve erkek beraber yürümüştü. Fakat bu evrensel ilkelerin muhatabının sadece erkekler olduğunun anlaşılması üzerine devrimin öncü kadınları 1791’de “Kadının ve Kadın Yurttaşın Haklar Bildirgesi”ni yayımlamışlardı. Bildiri “toplumun sefaletinin ve siyasal iktidarın ahlaki bozulmuşluğunun başlıca nedenlerinin, kadınların haklarının tanınması, unutulması ya da göz ardı edilmesi olduğunu” söylemekteydi. Bu ifadelerin yanında bildiri, ayrıca yasa yapıcı mekanizmaya kadının dâhil edilmesini belirtiyor, yasalar karşısında kadın ve erkek fark etmeksizin eşit haklara sahip olması gerektiğini söylüyor ve kamu hayatında bütün makam ve mevkilerde eşit olarak kabul edilmesini vurguluyordu. Kıtanın öbür tarafında ise; 19 yüzyıl ortalarında sanayi devrimi ile birlikte kadın işçilerin örgütlenmesi başlamış, sonradan oy hakkı isteme gibi bir hedefe doğru gitmişti.
Kadın hakları hareketinin başlangıcına geniş çerçeveden baktığımızda, kadınların siyasal eşitlik taleplerinin önemli bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla kadın hakları hareketinin öncü isimleri hem bu hareketin bir parçası olmuş hem de dönemlerinin önemli siyasi figürleri haline gelmişlerdir. Toplumlarında büyük değişim ve dönüşümlere yol açmış, kalabalıkları arkalarından sürüklemiş bu kadınları, kadın hareketinin bir parçası olarak görmemek yanlış olur. Siyasal düzlemdeki eşitlik arayışı aynı zamanda kadının cinsiyetinden ötürü maruz kaldığı eşitsizliğin çözümü olarak da görülmüştü.
Halide Edip Etkisi
Bu mücadeleyi fikren benimsemiş, ancak kendi öz millî ve manevi kimliğinden, kültüründen ödün vermeden varoluş mücadelesi veren kadınlardan biri olarak Halide Edip Adıvar, Cumhuriyet devrinin tartışılmaz en etkin kadın önderlerinden biridir. Adıvar’ın kadın hakları mücadelesinin temelleri Amerikan Koleji yıllarında klasik eğitimin yanında, kadın erkek eşitliği üzerine aldığı derslerde atılmıştı1. Doğu değerlerinin hâkim olduğu bir aile atmosferi içinde yetişmişken, Batı temayüllü bir eğitim alması, dünya görüşünün şekillenmesine ve çok boyutlu bakabilmesine yardımcı olmuştu. II. Meşrutiyet’i takip eden yıllarda Halide Edib Adıvar’ında kurucuları arasında yer aldığı Teal-i Nisvan Cemiyeti (Kadınların Durumunu Yükseltme Derneği) kurulmuştu. Osmanlı’da kadın ve erkek arasında eşitliği savunan ilk dernek olarak Teal-i Nisvan Cemiyeti evliliği yasal bir çerçeveye bağlamaya çalışmış, esnaflar odasına üye olamayan ve erkeklere göre yarı yarıya düşük yevmiye alan kadınlar için siyasi düzenleme girişiminde bulunmuştu. Adıvar konuşmasında, kadın hareketinin ilerlemesinin yavaş ama zincirleme bir şekilde olacağını dile getirmiş ve “Bugün bu saat ben size böyle hitap ederken, siz beni dinlerken şüphesiz biz de tarih yapıyoruz… Bu tarihçeyi torunlarımız bir konferans dolduracak kadar uzun ve iftiharla yaptıkları zaman bizim aciz fakat iyi niyetle ve samimiyetle dolu bin müşkülatla elde edilen mücadelemizden de bahsedeceklerdir” diyerek bizlere seslenmişti. Halide Edib, Balkan Savaşı yıllarından Kurtuluş günlerine kadar kadın erkek demeden tüm halkın örgütlenmesinde başı çekmişti. Kürsülerden halka sesleniyor, mücadelenin karanlık günlerinde millî şuuru arttırmak için yazılar yazıyor, cephelerde hastabakıcılık yapıyor, bir yandan insanlara moral veriyordu. “Kadınların büyük işlere karışmaz anlayışı artık geride kalmıştır. Milletin kadınları ilk defa milletin hakiki anası ve efradı gibi bu felakete çare bulmak için bir araya toplanıyor”2 sözleriyle evlerinden çıkıp erkeklerle yan yana savaşan, cepheden cepheye koşan kadınları anlatıyordu. Bugün Türkiye’de kadın hakları hareketinin öncü isimlerinden birisi olmasını sağlayan meşhur Sultanahmet Mitingi’nde yaptığı konuşma son derece önemlidir, “Bütün milletlerin haklarını kazanacağı gün çok uzak değildir. O gün geldiği zaman bayraklarınızı alınız, bu maksat için canlarını veren kardeşlerimizi ziyaret ediniz. Şimdi yemin edin ve benimle birlikte tekrarlayın: yüreğimizdeki mukaddes heyecan, milletlerin hakları ilan edilinceye kadar devam edecektir.” diyen Adıvar, millî şuuru ayyuka kaldırarak cinsiyetlerin ötesinde bir duruş sergilemişti. Bir kadın olarak bu gün bile zamanın çok ilerisinde davranan Halide Onbaşı’nın bu tavrı, Türkiye’de kadın meselesine daha farklı bir noktadan bakmamız gerektiğini hatırlatıyor. Elbette ki, savaş dönemi son bulup, zaferi elde ettikten sonra, sadece Halide Edib değil, nice isimsiz kahraman kadının varlığı sayesinde bugünlere geldiğimizi de unutmamız gerekiyor.
Rosa Parks, Feminizmi Sorgulattı
İçinde yaşadığı toplumun değerlerini temelden sarsan bir diğer kadın, teninin rengine aldırmadan hakkını arayan Rosa Parks’tır. 1950’li yılların Amerika’sında siyahiler beyazlarla aynı çeşmeden su içemiyor, aynı kütüphaneden kitap alamıyor ve beyazların eğitim gördüğü okullara gidemiyor, aynı mahallelerde yaşayamıyorlardı. Bütün bunlarla birlikte otobüslerde beyazlara yer vermeleri gerekiyor, şayet yer yoksa inip başka bir otobüsün gelmesini beklemek zorunda kalıyorlardı. Böyle bir atmosferde işten çıktığı sıradan bir günde siyahi bir kadın, otobüste beyaz bir adama yerini vermeyerek düzene, ayrımcılığa ve ırkçılığa karşı başkaldırmıştı. O sırada otobüste siyahi erkeklerde vardı ama içlerinden bir kadın, “Bu utanç dolu muamelenin yolcusu olmayacağım” dedi. O fitili ateşleyen Rosa Parks’dan başkası değildi.
Rosa Parks, bu olaydan sonra yasaları çiğnediği gerekçesi ile tutuklandı ve devam eden günlerde siyahilerin örgütlenerek 381 gün sürecek olan boykotun başlamasına sebep oldu. Sonucunda otobüslerde ırk ayrımcılığına izin veren yasa değiştirildi. Rosa Parks’ın bu eylemi ile Amerika’da siyahilerin sivil haklar anlamındaki mücadeleleri ivme kazanmıştı. Her türlü eşitsizliğe ve adaletsizliğe karşı başlatılan sivil haklar hareketi, kadına yönelik ayrımcılığa karşı mücadeleyi de kapsıyordu. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’da içi boşaltılmış bir kadın imajı servis edilmeye başlanmıştı.
Beyaz, sarışın, güzel ve kendini eşi üzerinden tanımlayan Amerikalı ev kadını kimliği, kolonyal bir perde arkasından tüm dünyada olması gereken kadını işaret ediyordu. İşte tam bu noktada, Rose Parks’ın yakmış olduğu o fitil, sivil haklarla birlikte dolaylı olarak kadın hakları hareketinin de yeniden canlanmasına neden oldu. Kadınlar açık bir şekilde ırkçılığa ve ayrımcılığa maruz kalmış bir kitlenin yanında durarak unuttukları mücadelelerini yeniden hatırladılar.
Irk ayrımı sorunu ayrıca feminizm hareketinin de sorgulanmasına sebep olmuştu. Sadece beyaz, Hıristiyan, Batılı kadının sorunlarını hedef alan feminizm hareketinin başka ırk, kültür ve dine sahip kadınları dışladığı nihayet görülmüştü. Bu açıdan bakıldığında Rosa Parks, siyahi Amerikalı bir kadın olarak, feminizm hareketinin zayıf olan noktalarını da işaret etmişti. Dolayısıyla, Rosa Parks’ın yakmış olduğu kıvılcım sadece sivil haklar hareketini hızlandırmadı, bununla birlikte tüm kadınları kapsayan daha farklı bir kadın mücadelesi verilmesi gerektiğini anlattı. Kadın meselesini elinde tutan ve tekelleştiren Batı zihniyetine karşı başlattığı bu ivme, dünyanın birçok bölgesindeki kadınların kendi yerel kimlikleri ile örgütlenmenin önünü de açmış oldu.
Bhutto Erkek Egemen Dünyaya Meydan Okudu
Yine böyle bir zorluğun içerisinden, sürgünlerden çıkan başka bir karakter Benazir Bhutto’nun hayatı da benzerlikler gösterir. Sürekli mücadelelerle, zorluklarla ve kayıplarla dolu geçen bir ömrün bedelini canı ile ödemişti.
İslam’ın farklı yorumlarının hâkim olduğu Pakistan’da, demokrasi ile başa gelen ilk kadın başbakan olmuştu. 1988 yılında, katıldığı ilk genel seçimlerde ilk çocuğuna hamileydi. Hamilelik haberi ile muhalifleri onun ülkeyi yönetemeyeceğini söylemişlerse de onun yolundan etmeyi başaramamışlardı. Benazir Bhutto, yılmadan seçim kampanyalarına karnında bebeği ile katılmış, kürsülere çıkmış, halkı ile bir araya gelmekten onu hiçbir şey alıkoyamamıştı. 3 aylık bebeği ile başbakan seçildiğinde tarihte yine bir ilk gerçekleştirdi. İkinci bebeğini beklediği sırada eril tahakküm yine susmamıştı ve devlet işlerini idare edemeyeceğini söylemeye devam etmişlerdi. Benazir Bhutto, erkek egemen bir dünyanın kapılarını Müslüman bir kadın olarak aralamış; bir nevi ezberleri bozmuştu. Siyasi hayatı boyunca bir kadın olarak maruz kaldığı şeyler, erkeklerin maruz kaldığı şeylerden belki çok daha acı verici olmuştu. 2007 yılında ülkesine geri döndükten sonra bir canlı bomba tarafından öldürülmeden önce, kendi dilinden hayatını anlattığını kitabında kadın olmaktan bahsediyordu: “Ben kadın olduğum için daha çok mücadele etmek zorunda kaldım. Hangi ülkede olursa olsun modern toplumda kadının işi hiçte kolay değil… Ama biz yine de çifte standartlardan şikâyet etmemeli, mücadeleyi sürdürmeliyiz.” Öyle ki demokrasi ile seçilip başa geldikten sonra hakkında hemen yolsuzluk suçlaması çıkartılmış, yeniden seçimlere gidilmesi gerekçesiyle hükümet devrilmişti. Bhutto, ikinci kez başbakan seçildiğinde; aynı şekilde yolsuzlukla suçlanarak görevinden azledildi. Sürgüne gitti, partisini dışarıdan yönetti, bu sırada kardeşi suikasta uğradı ama yılmadı. Böyle bir hayattı onun yaşadığı; kendisinin de dediği gibi bu hayatı o seçmemişti fakat inandığı demokrasiyi, özgürlüğü, insan haklarını ülkesine getirebilmek için savaştı. Bu anlamda Benazir Bhutto’nun hayatı, Müslüman ülke kadınları için ayrı bir anlam taşımaktadır. Müslüman kadını ısrarla “ezik, pasif, eğitimsiz” tarif eden oryantalist dilin karşında dimdik duran Butto, oryantalizme de meydan okuyordu.
Kadın hakları mücadelesi bir bakıma siyasi bir mücadeledir. Kadınlar erkek egemen bir sistem içerisinde kendilerine yer açmaya çalışırken siyasi yollar bu amaca ulaşabilmek için bir araç hâline gelmiştir. Kadının siyasette var olması, bir yandan kadın haklarının gelişimini beslerken diğer yandan kadının karar alma mekanizmalarında daha çok yer almasını sağlamaktadır. Hak mücadelelerinde ilk adımı atmak hiçbir zaman kolay olmazken, kadınlar için çok daha zor olduğunu biliyor ve deneyimliyoruz. İlkleri başlatan bu kadınların hayatları bu yüzden özel olduğu kadar da zordu. Dalgalara karşı yüzmeye çalışan lider kadınlar kimi zaman başladıkları noktaya geri döndüler, kimi zaman canları pahasına savaşmaya devam ettiler. Fakat en önemlisi diğer kadınlara yapılabileceğini gösterdiler. Bu yüzden yalnız değillerdi. Ne olursa olsun onların verdiği ilham ile kalabalıklar onlarla birlikte olmaya devam ediyor.