“Kadına yönelik şiddetle ilgili mücadelede seferberlik gerekiyor”
Kadına yönelik şiddetin temel nedenleri sizce neler ve Türkiye’de dünyanın diğer ülkelerine göre bu konuda nasıl bir durum söz konusu?
Kadına yönelik şiddet konusu maalesef tüm dünyada üzücü bir tablo ortaya koyuyor. Özellikle kadın cinayetleri söz konusu olduğunda Türkiye %5 oranla en az kadın öldürülen ülkeler arasında olsa da Almanya, Hollanda Norveç, İsveç, İspanya ile birlikte 4. sırada yer alıyor. Bazı gelişmiş ülkelerde de durum pek parlak görünmüyor.
Elbette şiddetin hiçbir bahanesi olamaz. Ancak kişileri şiddete iten davranışların altında yatan psikolojik ve sosyolojik sebepleri iyi değerlendirmek gerekir. Şiddete karşı mücadelede bu noktaların anlaşılması çok önemli. Küçük yaşlarda aile içinde yaşanan şiddet ve örselenme, küçük düşürülme, değer görmeme gibi davranışlara maruz kalınması ne yazık ki şiddete yatkınlığı artırıyor.
Bununla birlikte öz saygısı düşük olan, problemi dışsallaştıran, yaşadıkları ile ilgili başkasını sorumlu tutan bireylerin daha sık şiddete başvurduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca reddedilmeye tahammülsüzlük, karşısındakini kontrol etme isteği, empati kuramama gibi durumları da şiddet davranışının ortaya çıkmasına yol açan etkenler arasında sıralamak mümkün. Bu nedenlerden yola çıktığımızda özellikle aileye büyük görev düştüğünü görüyoruz. İnsanlar topluma üretken ve sağlıklı nesiller kazandırmak istiyorlarsa aile içinde çocuk yetiştirilmesine azami önem vermek durumundalar.
İçinde bulunduğumuz toplumsal yapı da şiddetin nasıl algılandığını belirliyor. Toplumsal kabuller bireylerin tutum ve davranışlarını biçimlendiriyor.
Örneğin kadına yönelik şiddeti, kadının isteklerinin bitmemesi, yersiz şikâyetleri, dolduruşa gelerek eşine kötü davranması gibi nedenlerle açıklamaya çalışanlar olabiliyor. Kadını; ahlaki olarak zayıf, muhakeme kabiliyetinden yoksun, fesat ve edilgen bir kişilik olarak tanımlamanın, kadınların insani anlamda onuruna zarar verdiğini üzülerek ifade etmek isterim.
Hukuksal alanda kadın haklarını koruma ve şiddeti önleme için yeni düzenlemeler yapıldı fakat özellikle İstanbul Sözleşmesi ve nafaka çok tartışılan bir konu. Nedir bu kanun ve neden bu kadar tartışılıyor? Aile içi şiddetin önlenmesi için mevcut yasalar ve yaptırımlar sizce yeterli mi? Sizce şiddeti önlemede daha etkili çözümler için nasıl adımlar atılmalı?
Öncelikle belirtmek isterim ki İstanbul Sözleşmesi kanun değildir. Birçok ülkenin imzaladığı şiddeti önlemeye yönelik hazırlanmış uluslararası bir üst sözleşmedir. Bu sebeple çerçeve bir metin hüviyetindedir. Şiddetin nereden ve kimden geldiğine bakmaz. Babasını döven bir evlat da bu kapsamdadır, engelli bir çocuğu döven kadın da… Kamuoyunda tartışılan maddelere gelince de biz pek çok mecrada bu konu ile ilgili şerhlerimizi koymuştuk.
Türkiye, özellikle son yıllarda kadın haklarının korunması ve bilhassa kadına yönelik şiddetin engellenmesi amacıyla çok önemli adımlar attı. 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun da bunlardan biri. İstanbul sözleşmesinden yola çıkılarak oluşturulan bu kanun ülkemizin dinamiklerine ve örfümüze uygun olacak şekilde kaleme alındı. Bildiğiniz gibi 6284 sayılı kanunda şiddeti engellemeye yönelik önleyici ve koruyucu tedbirler yer alıyor. Ancak söz konusu tedbirler de mağdurun “eşim bana şiddet uyguluyor” demesiyle, yani tek bir beyanla hapis gibi cezai müeyyide doğurmuyor. Failin hapisle cezalandırılabilmesi için delil şart.
Nafaka konusunda ise kanunun uygulamasından kaynaklanan sorunlar olduğunu ifade ediyoruz. Bu sebeple taraflar birtakım hak kayıplarına uğrayabiliyor. Biz de KADEM olarak, erkeğin de kadının da mağdur olmayacağı şekilde, yargının daha fazla inisiyatif almasını istiyoruz. Eğer bunu yapamıyorsa evlilik süresiyle bağlantılı bir düzenleme yapılmasını teklif ediyoruz.
Aile içi şiddetin önlenmesi kanunların etkili ve caydırıcı bir şekilde uygulanabilmesiyle yakından ilgili. Yasalar; amacına uygun, adalet temelli, hakkaniyetli ve kişilerin inisiyatifine kalmadan uygulanmalıdır. Şiddet gören bir kadın bu durumu karakola bildirdiğinde şiddetin engellenmesine yönelik tedbirler vakit kaybetmeden alınmalıdır. Kadın, şiddetle veya şiddet tehlikesiyle ilgili yardım istedikten sonra kolluk kuvvetlerinin “kol kırılır, yen içinde kalır” gibi yaklaşımları ve söz konusu talebi dikkate almaması ceza sisteminden değil, aksine yasanın uygulanmasındaki aksaklıktan kaynaklanıyor.
Yakın zamanda Polis Akademisi’nin yayınladığı Kadın Cinayetleri Raporu’nda, aile içi şiddet ile ilgili başvuruların ilk adresinin polis olmasının erkeğin öfkesini artırdığı dile getirildi. Bu gerekçeyle polisten önce gidebileceği ara noktaların olması gerektiği ifade edildi. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki şiddet gibi bir tehlikeyle karşı karşıya kalan kadın devletten başka nereye sığınabilir?
Ülkemizde şiddeti önlemeye yönelik yasalar pek çok ülkeden daha özenli düzenlenmiş durumda. Bununla beraber toplumsal farkındalığı harekete geçirmek adına eğitim müfredatını güçlendirmemiz gerekiyor. Ayrıca çok geniş bir alanda etkili olan medya organlarının şiddeti özendiren ya da normalleştiren sahneleri ekrana taşımaktan kaçınmasının bu sorunun üstesinden gelmeye büyük katkısı olacağını düşünüyorum.
Kadına şiddet ve kadın cinayetlerinin önüne geçebilmek için sizce toplumsal olarak neler yapılmalı?
Kadına yönelik şiddeti önlemek adına yapılması gereken ilk şey; toplumsal farkındalığın geliştirilmesi. Kadının insan haklarından yararlanmasının önünde hiçbir engel kalmamalı.
Şiddetle mücadele, toplumun her katmanında ortak ve kararlı bir şekilde yürütülmeli.
Ayrıca Elektronik Kelepçe, KADES ve benzeri teknolojik uygulamaların yaygınlaştırılması sağlanarak kullanımları hakkında bilgilendirici videolar, görseller hazırlanmalı, tanıtımlar yapılarak kesintisiz şekilde topluma bilgi verilmelidir.
Şiddete maruz kalmış kadınlar için güvenli, kolay ulaşılabilir, her zaman sığınabilecekleri kurumlar oluşturulmalıdır. Gerekli tedbirler alınarak şiddet failinin uzaklaştırılması ve mağdur kadının kendisini güvende hissetmesi sağlanmalıdır.
Ancak çoğu zaman kadınları korumak için sadece mağduriyetlere odaklanmak ve şiddet faillerini uzaklaştırmak yetmiyor. Fail, uzakta olsa dahi mağdura yaklaşmanın bir yolunu buluyor ve şiddet kullanmaya devam ediyor. Bu ise ne yazık ki çoğu zaman geri dönüşü olmayan üzücü sonuçlara yol açıyor.
Problemin kökenine inebilmek ve şiddet sarmalını kırabilmek için faillerle de iletişime geçilmesi, psikolojik tedavi almalarının sağlanması çok önemli. Bu programlar devletin öncülüğünde uzmanların, üniversitelerin ve STK’ların desteği ile gerçekleştirilebilir. Özellikle yeniden şiddet gösterme riski yüksek olan failler hem rehabilite edilmeli hem de öfke kontrol programlarına katılmaları sağlanmalıdır. Bu programların ülke genelinde yaygınlaştırılması hayati öneme sahip.
Aile içinde şiddetin, boşanma sürecinde ve boşanma sonrasında cinayetlerin temel sebebi neye dayanıyor? Erkeklerin ailesine karşı şiddete başvurma sebebi nedir sizce?
İnsan ilişkilerinde şiddete başvurmanın temel sebebi, doğru iletişim kuramamak.
Konuşacağımız yere bağırıyor, uyaracağımız yerde şiddet uyguluyoruz.
Ayrılırken hukuku gözetebilmek büyük bir erdemdir. Maalesef bazı insanlar bundan çok uzak. Boşanma, insanların hayat boyu karşılaştığı en travmatik aşamalardan biri. Eşler karşılıklı olarak farklı ortaklıklarını bitirmek zorunda kalıyor. Bunun içinde çocuklar var, mal paylaşımı var. Yaşanan anlaşmazlıklar çözülemeyince bir süre sonra fiziksel olarak güçlü olan zayıf olana şiddet uygulamaya başlıyor. Ya da zaten var olan şiddet daha da artıyor.
Şiddet faili erkeklerin çoğu, karşılaştıkları sorunları kendince çözmek için şiddete başvuruyor ve neredeyse hepsi bu fiilin sorumluluğunu karşı tarafa yüklüyor. Hatta evden uzaklaştırma cezası aldığı halde ortak eve gelip eski eşine ve ailesine zarar verebiliyor. Yasayla belirlenen çocuk görme günlerinde de benzer vakaların yaşandığını biliyoruz. Çeşitli sebeplerle yeniden alevlenen tartışmalar çoğu zaman kadın cinayetleriyle sonuçlanıyor.
Mesela; koca evin dağınıklığını veya yemeğin henüz hazır olmadığını bahane edip, bu durumu “Eğer yemek hazır olsaydı, şiddet kullanmak zorunda kalmazdım!” diyerek açıklayabiliyor. Yani asla sorumluluk almaya yanaşmıyor; kendini, “mevcut şartların kurbanı” olarak nitelendiriyor.
Kontrolcü erkeklerin şiddete başvurması ise bir diğer sebep. Bunlar, eşlerini sürekli denetim altında tutmaya çalışıyorlar. Kadın yaşadığı baskıya karşı küçük bir direnç gösterdiğinde erkek kontrolü tekrar ele geçirmek için şiddeti reva görebiliyor.
Öte yandan uzaklaştırma kararlarına ilişkin bazı hatalı uygulamaların da şiddetin artmasında bir rol oynadığını düşünebiliriz. Bu konuda hakimlerin her vakayı kendi özelinde değerlendirmesi ve standart reçetelerden kaçınmasının şiddeti önleme konusunda ciddi etkisinin olacağına inanıyorum.
Son zamanlarda şiddet görenler, kendilerini medyada veya sosyal medyada ifade etmeye ve yardım çağırmaya başladılar. Bu konu hakkında fikirleriniz neler?
Toplumda şiddete ilişkin farkındalık oluşturması açısından medyanın çok etkili bir araç olduğunu biliyoruz. Yıllarca şiddete maruz kaldığı halde konuşacak olursa ölümle tehdit edilen ve bu yüzden hayatı boyunca sessiz kalan kadınlarımız var. Kimi zaman bu kadınlar çevresinin ve ailesinin desteğini de alamıyor. “Ailede yaşanan ailede kalır, kocandır, sabret düzelir” gibi tembihlerle sürekli baskılanıyorlar.
Aslına bakarsanız bir kadının şiddet gördüğünü açıklaması o kadar zor bir durum ki… Bir kişinin insanlık onurunu ayaklar altına alan bu kadar travmatik bir meseleyi dışa vurabilmesi “Şiddet gördüm, dayak yedim” demesi hiç kolay değil. Şiddete maruz kalan bir kadının yaşadıklarını ifade etmesinin çok cesurca olduğunu düşünüyorum.
Bununla birlikte sosyal medyada tekrarlanan imdat çığlıkları da şiddet algısı üzerinde bir çeşit normalleştirmeye sebep olabiliyor. Şiddetin geniş çaplı görünürlüğü, daha önce hiç şiddete maruz kalmamış kişilerin de belleğinde olumsuz sahnelerin yer etmesine yol açıyor. Bu anların hayatın sanki doğal bir parçasıymış gibi algılanmasına kapı aralıyor. O sebeple şiddet mağdurlarının çaresizlikten dolayı başvurduğu bu yolun da kontrol altında tutulmasında yarar görüyorum.
Bu noktada, kadınlarımıza destek olmak ve onların yanında olduğumuzu hissettirmek adına şuna dikkat çekmek istiyorum; biz hukukun üstünlüğüne inanan bir milletiz, devletin halkımızı yasalarla koruma altına alma yükümlülüğünün farkındayız. Bizler de her zaman bu yasaların doğru uygulanıp uygulanmadığının takipçisi olacağız.
Şiddetin cezasını bulması kadar, bu acı olayların gerçekleşmesini önleyecek mekanizmaları oluşturmanın hayati öneme sahip olduğunu düşünüyoruz. Bu sebeple toplumda şiddete karşı ciddi bir farkındalık uyandırmak için birçok çalışma yürüttük ve aynı gayretle çalışmaya devam ediyoruz. Bildiğiniz gibi şiddet; yaş, din, ırk, eğitim fark etmeksizin dünyanın en büyük sorunlarından biri. Şu anda bu konu ile ilgili sadece bizim ülkemizde değil, tüm dünyada bir karşı duruş gözlemliyoruz.
Günlük hayatın pek çok yerinde şiddet farklı yüzleriyle karşımıza çıkabiliyor. Evde, iş yerinde, sokakta sadece fiziksel değil; psikolojik şiddete de maruz kalınabiliyor. Bu anlamda özellikle sosyal medyanın büyük bir güç olduğu aşikâr. Çünkü bu mecra benzer mağduriyetleri yaşayan insanlar için kolektif bir destek mekanizması oluşturuyor. Bu konuda toplumsal duyarlılığın geliştiği de görülüyor. Şiddete karşı durmanın hepimizin sorumluluğunda olduğunu hiç unutmamamız gerekiyor.
Sizce şiddete uğrayanlar hep kadınlar mı? Sadece fiziksel değil de psikolojik ya da toplum baskısı altında kalarak bir nevi şiddete uğrayan erkekler konusunda herhangi bir istatistik var mı?
KADEM, kurulduğu günden itibaren her türlü şiddetin karşısında olmuştur. Toplumda yalnızca kadınlar değil; erkekler de çocuklar, gençler ve yaşlılar da şiddete maruz kalıyor ya da tanıklık ediyor. Ancak biz, kadını ve aileyi çalışmalarının odağına alan bir dernek olduğumuz için elbette kadının maruz kaldığı şiddet bizim öncelikli meselemiz.
Kadınların da eşleri ve çocuklarına şiddet uyguladığı örnekleri biliyoruz. Ancak Pratik hayata baktığımızda fizyolojik anlamda şiddet göstermeye gücü yeten ve şiddet uygulayanların daha çok erkekler olduğunu görüyoruz.
Özellikle cinayet oranlarına bakıldığında çoğunlukla erkeklerin hem fail hem de maktul olduğunu görüyoruz. Polis Akademisi’nin hazırlamış olduğu Kadın Cinayetleri Raporunda da faillerin %96,2’sinin erkek olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla erkekler hem kadınlara karşı hem de kendi cinslerine karşı şiddet uyguluyorlar.
Bu noktada 6284 sayılı kanun kapsamında alınan tedbir kararlarının yalnızca kadınlara yönelik olmadığını belirtmek isterim. Şiddete maruz kalan erkekler de şiddet gördükleri kişiler hakkında tedbir kararı aldırabilirler. 6284 sadece kadınları ilgilendiren bir yasa değildir, erkekler de bu yasa kapsamındadır.
Kadın Cinayetleri Raporuna göre faillerin %46,8’i ilkokul mezunu iken eğitim seviyesi arttıkça cinayet oranları azalmaktadır. Öyle ki lisansüstü mezunlarında bu oranın %0 olduğunu görüyoruz. Yalnızca bu rakamlar bile şiddeti önlemede eğitimin önemini açıkça gösteriyor. Dolayısıyla elimizdeki veriler ışığında; yaş aralığından, meslek gruplarına, sabıka durumundan kişilerin medeni durumuna kadar risk gruplarının farkına varmamız ve bu noktalara eğilmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Sizce medya şiddet konusuna yeterince hassasiyet gösteriyor mu?
Maalesef yeteri kadar değil. Eskiye kıyasla medya organlarının nispeten duyarlı olduğunu söyleyebiliriz ama görmek istediğimiz noktadan çok uzağız. Şiddet davranışlarının meşruiyet kazanmasında toplumsal kabuller de etkili oluyor. Toplumsal kabuller şüphesiz ki bireysel kabulleri de etkiliyor. Bazen medyada şiddet içeren öyle görüntülere maruz kalıyoruz ki önce şaşırıyoruz, tepki gösteriyoruz. Bir süre sonra aynı görüntüler normalleşmeye başlıyor ve zaman içinde şiddete karşı duyarsızlaşıyoruz. Bu çok tehlikeli bir süreç, insanları özellikle gençleri ve çocukları şiddete alıştırıyoruz. Şiddet içerikli görüntülerin izleyicinin dikkatini çekiyor olması bu sahnelerin daha sık kullanılmasına sebep oluyor. Daha sık sergilenen şiddet sahneleri bilinçaltı tarafından zaman içinde kanıksanmış olsa da bu duruma daha fazla seyirci kalmamız mümkün değil.
Medyanın kadına yönelik şiddetle mücadelede samimi bir seferberlik başlatması gerekiyor. Bunun için özelikle kadın ve erkek ilişkilerine dair temsil ve örneklemelerde şiddetten kaçınılması, her iki cinsin de insanlık onuruna uygun yayın yapılmasını önemsiyoruz.
Böylelikle, şiddete ilişkin toplumsal algılarımızın değişmesi mümkün olabilir.
Dizi ve filmlerde aile içi şiddetin, istismarların bu kadar fazla gösterilmesi çok tartışılıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Kurgu dediğimiz hemen hemen tüm anlatılan hikâyeler temelde “çatışma”dan beslenir. Çatışmanın olduğu yerde merak devreye girer ve kurguyu takip edilir kılar. Bu sistem TV’lerde reklam verenler için ölçülebilen bir hal alınca yani işin içine rating girince her türlü absürtlük, haksızlık ve hatta ahlaksızlık malzeme yapılmaya başlanır. Aile içi şiddetin görünür kılınmasını ve işlenmesini de bu minvalde değerlendirmek gerekir. Bu gibi içeriklere sahip olan dizi ve filmlere tepki verdiğimizde aldığımız cevap genellikle “kötü örnekler üzerinden şiddetin korkunçluğunu anlatmaya çalışıyoruz” şeklinde oluyor. Bu argüman kesinlikle kabul edilemez.
Atalarımız buna en güzel cevabı vermiş, su-i misal emsal olmaz demişler. Şiddetin görünürlük kazanması toplumu bu konuda daha da duyarsızlaştırdığı kesin.
Bu görüntülerden en fazla etkilenenler de tabi çocuklarımız oluyor. Araştırmalara göre 8 yaşın altındaki çocuklar gerçekle kurguyu ayırt edemedikleri için şiddeti normal bir davranış şekli olarak görmeye başlıyorlar. Sosyal ilişkilerinde çözüm yolu olarak şiddete başvuruyorlar. Toplumun şiddete bakışı bu şekilde küçük yaşlardan itibaren oluşmaya başlıyor ve ileride maalesef kanayan bir yaraya dönüşüyor.
Medyada görünen şiddet konusunda bizim de duyarlı olmamız gerekiyor. Kötü içerikleri rapor ettiğimiz gibi kadına yönelik şiddet, istismar, aşağılayıcı tutum ve davranış gösteren yayınları izlemeyerek de tepki vermeliyiz. Hatta gerekli cezai yaptırımların uygulanıp uygulanmadığını da takip etmeliyiz.
Bu konuda özellikle hem farkındalık uyandırmak hem de şiddetin medyada görünürlüğünü azaltmaya çalışmak için STK’larla birlikte ortak bir çalışma yürüttüğümüzü de söyleyebilirim. Yakın zamanda inşallah bu projeyi de konuşuyor olacağız.
KADEM, “cinsiyet eşitliği” kavramı yerine “cinsiyet adaleti” kavramını kullanıyor. Neden eşitlik yerine adalet? İkisi arasındaki fark nedir?
Biz KADEM olarak, toplumsal cinsiyet terkibini, yaradılışa özgü nitelikleri göz ardı etmemek adına eşitlik ile değil, eşitliği de kuşatan bir kavram olan adaletle tamamlıyoruz. Ayrıca bu terkip (gender justice) yalnızca bizim kullandığımız bir kavramsallaştırma değil. İslam İşbirliği Teşkilatı, BM ve Latin Amerika’da yapılan uluslararası kongre ve sempozyumlarda dile getirilmiş ve toplumsal cinsiyet literatüründe var olan bir kavram.
KADEM, kadın ve erkeğin ontolojik anlamda hem de insan hakları bağlamında eşit olduğunu savunmaktan asla vazgeçmiyor. Bunu dini argümanla ifade edersek, biz buna kulluk diyoruz. Her çalışmamızda kadın ve erkeğin temelde birbirinin dostu ve yardımcısı olan ancak birbiriyle tamamlanan iki insan olduğunu vurguluyoruz. Bizim işaret ettiğimiz adalet kavramı bu anlamda eşitliği dışında bırakmıyor bilakis içine alıp kuşatıyor. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet adaleti şeklinde ifade ettiğimiz kavram, kadın ve erkeğin eşit düzeyde değerli olduğunu kabul ediyor.
Pozitif ayrımcılık uygulanması gereken durumlarda ise kadın ve erkeğin eşit sayılması, bir tarafın hakkının zedelenmesine sebep oluyor. Örneğin hamile ya da yeni doğum yapmış bir kadının, eşitlik ilkesi gereği erkek personelle aynı saatlerde ve aynı şartlarda çalışması beklenebilir mi? İşte burada çalışma saatlerindeki eşitlik, adaleti sağlamaya yetmediği gibi haksızlığa da sebep oluyor. Bu noktada kadınların fizyolojik durumlarına uygun daha adil bir düzenleme yapılmasını savunuyoruz. Yarı zamanlı çalışma imkânının yaygınlaştırılması, süt ve doğum izinlerinin arttırılması gibi uygulamaların, toplumsal cinsiyet adaletini sağlamaya katkı sunacağına inanıyoruz.
Uzun vadede KADEM’in yeni projeleri neler?
Biz KADEM olarak, kadınların sosyal ve ekonomik hayatta kendine yer edinmesini desteklediğimiz gibi bilim ve teknoloji alanında da güçlenmesi adına birçok proje gerçekleştirdik ve bu konudaki çalışmalarımızı geliştirmeye devam ediyoruz. Bu projeler kimi zaman ulusal kimi zaman da uluslararası boyutta gerçekleştirdiğimiz projeler oluyor.
Kadın istihdamına katkı sunan projelerle kadın ruhunda var olan girişimcilik yeteneğini ortaya çıkarmak için onları hem cesaretlendiriyoruz hem de maddi anlamda destekliyoruz.
Sivil Toplum Destek Programlarıyla başladığımız proje ile de politika ve karar alma süreçlerinde, sivil toplumun gelişimini desteklemek ve etkili hizmetleri geliştirmeyi hedefliyoruz.
Devam ettiğimiz projelerle ek olarak hüküm giymiş kadınların sosyal uyumuna ilişkin bir proje taslağı üzerinde çalıştığımızı da duyurabiliriz. Denetimli serbestlik hakkından yararlanan kadın hükümlülerin yaşadığı istihdam sorunu ve sosyal ve ekonomik hayata entegrasyonda karşılaştıkları güçlükleri aşmalarını hedefleyen bir proje bu.
Yine devletin kadınları, gençleri ve engellileri ekonomik hayata kazandırabilmek amacıyla yürüttüğü PRODES gibi projelere Anadolu’daki temsilciliklerimiz vasıtasıyla dahil oluyoruz. Kadınların evlerinden dahi çıkmadan yapabilecekleri işlerle ek gelir elde etmesine çalışıyoruz.
Gerçekleştirdiğimiz ve devam ettiğimiz projelerle kadınlarımıza sunduğumuz destekler iş hayatıyla sınırlı değil. Resim, müzik ve enstalasyon gibi çalışmalar ile kadın dünyasını latif ancak kuvvetli bir okuma ile değerlendirmeyi mümkün kılan eserleri de sanatseverlerin beğenisine sunuyor, projelerimizle kadınların beden ve zihin dünyalarına da hitap ediyoruz.
Ayrıca medya alanında kültürel değişimleri okuduğumuz ve kadının toplumdaki konumuna ve üstlendiği rollere ilişkin dönüşümleri takip ettiğimiz çalışmalarımız da mevcut. Az önce de ifade ettiğim gibi medyada şiddetin görünürlüğünü azaltmak ve farkındalık uyandırmaya yönelik çalışmalarımız da sürüyor.