KADEM Yönetim Kurulu Başkanı
Saliha Okur Gümrükçüoğlu,
Lacivert Dergisi’nin Sorularını Yanıtladı
Geleneksel aile yapısıyla bugünün aile yapısı arasında ne gibi farklar var, aile yapısının yeniden onarılması için neler yapılmalı?
Aile, geçmişten bugüne geçerliliğini yitirmeyen ender toplumsal yapılardan biridir. Zira aile, ilk iki insanla kurulmuş en tabiî düzen. Bu yönüyle aile birliğine duyulan aidiyet hissi sonradan kurulmuş bütün gruplara ilham kaynağı oldu. “Aile gibi olmak” tabiri çoğu zaman toplumsal ilişkilerin insana huzur ve mutluluk veren halini ifade eder.
Geleneksel ailelerin birlik ve dayanışma ruhundan övgüyle bahsedilir. Birkaç neslin bir arada yaşaması, aile bağlarının güçlü kalmasını ve ortak bir dilin oluşmasını sağlar. Bu aile yapısı toplumsal kültürün gelecek kuşaklara aktarımı konusunda çok belirleyici oldu. Bununla birlikte aile büyükleri ve yeni nesil arasında ilişkilerin belli bir disiplin içinde yaşandığı; kadınların, gençlerin ve çocukların söz hakkının günümüze kıyasla sınırlı olduğu söylenebilir. Bugün ise aile efradı nispeten yumuşak ilişkiler kuruyor fakat modernizmin etkisiyle daha bireysel yaşıyor. Bu da aile bağlarını zayıflatıyor.
Aile topluma “biz” olma kültürüne sahip bireyleri kazandırma görevini üstlenir. Toplum düzenine katkısının yanı sıra aile, bireylerin beşeri ve manevi ihtiyaçlarının karşılanması için de vazgeçilmezliğini koruyor.
Kadın ve erkeğin uyumu, hem ailenin kendi içinde mutluluğu yakalamasında hem de üstlendiği toplumsal sorumlulukları yerine getirmesinde çok belirleyicidir. Bunun için ailede kadın ve erkeğin rol paylaşımı adil ve etkin olmalı. Özellikle kadının çalışma hayatında aktif yer aldığı bugünün dünyasında ev içi rollerin yeniden düzenlenmesi kaçınılmaz görünüyor.
Ayrıca kadınların eğitim süreçlerinde yer alarak bilgi ve becerilerini artırmaları ve çalışma hayatı deneyimleri ile aile ve toplum ilişkilerinde söz haklarının genişlediği dikkat çekiyor.
Bir söyleşinizde; “Şehir planlamasında mekânları kurgularken çocuklu bir hayatı düşünerek planlar yapmadığımızı itiraf edelim” diyorsunuz. Peki, aile kurumunun bilhassa meskenle doğrudan ilişkili olduğunu düşündüğümüzde, bugünün şehir planlamasının yahut meskenlerin yapısının aile fertlerinin psikolojisi üzerinde ne gibi bir etkisi oluyor sizce?
Nüfusun büyük bir kısmının şehirlerde yaşadığı bir dönemde, fert, aile ve mekân tasavvurunun yeniden ele alınmasını gerekli görüyoruz. Bu hususu özellikle geçen Kasım ayında yaptığımız 3. Kadın ve Adalet Zirvesinde tartışmaya açtık.
Şehirlerde mekân planlamasının, fertleri, aileyi ve toplumu etkileyip şekillendirdiğini söylemeliyiz. Çok katlı binalarda yaşamak, insan ilişkilerini daha soğuk ve mesafeli bir hal almasına sebep oluyor. Yaşadığımız mekân kurgusunun insani ilişkilere yansıması sonucu yakın ilişkiler git gide kayboluyor. Aileler evlerinde geçirdikleri vakitlerde bile komşularından izole bir şekilde yaşıyor, kimse çoğu zaman güven duyamadıkları için çevrelerindeki kimseyle doğrudan irtibat kurmaya yanaşmıyor. Şüphesiz bu hayat tarzı yetişkinleri yalnızlaştırıyor, çocukları tabiattan uzak tutuyor. Çocuklar toprağa değmeden, komşu çocukları ile arkadaşlık kurmadan mekanik bir akışta yaşıyor. Evin mimarisi, yaşanılan çevre, insan ilişkileri ile birlikte bir bütün olarak kişinin hayatını kolaylaştırmalı ve ona huzur vermeli. Fakat günümüzde, insanlara benmerkezci ve tüketime odaklı yaşam alanlarından başka bir imkân sunulmuyor. Şimdilerde bu durumun insanları hayatın akışından kopardığını, daha içe dönük ve iletişimsiz kıldığını söyleyebiliriz.
Sosyal hayata dâhil olmak isteyen ailelerin tek seçeneği alış veriş merkezleri… Tüketmeye dayalı bu alanda çocuklarla vakit geçirip eğlenmek mümkün ama huzur bulma ve dinlenme gibi hedefler hala uzakta. Özellikle çocukların tabiatla temas kurabilecekleri yeşil alanlara ihtiyaçları var. İnsanlara serbest zamanlarını bir arada huzurla geçirebilecekleri, aynı zamanda birlik ruhunu besleyecek alanlar sunulması ihtiyacı âciliyetini koruyor.
Kadının gerek ailede gerekse sosyal hayatta, birkaç asır önceki durumu ve konumunu bugün ile kıyaslarsak nasıl bir durumla karşılaşıyoruz?
Dünya tarihinde yaşanan büyük sosyal kırılmalar toplumları daha önce tecrübe etmedikleri durumlarla sınadı. Elbette bu durum toplumsal ilişkilere ve onun bir parçası olan aile hayatına da yansıdı. Modernleşme ile baş gösteren bu etkilerin muhataplarından biri de ailedir. Geleneksel dönemde aile efradının yaşadığı ev bir mahallenin içinde, mahalle de bir milletin içinde tasavvur edilir. Fakat modernizm, geleneksel dönemde birbirinden beslenen bu yapıları ayırdı ve kıymeti kendinden menkul birimlere dönüştürdü. Zamanla birbirine yabancılaşan toplumsal birimlerinin hiçbirinin yeni rolü belirginlik kazanamadı. Cepheleşmeyle sonuçlanan bu yabancılaşmanın alt başlıklarından biri de kadının konumuna dair tartışmalardır. Toplumun hiçbir ferdinin yerli yerinde olmadığı bir süreçte sadece kadının konumuna kafa yormanın bu parçalanmışlığı pekiştireceğini düşünüyoruz.
Sanayi inkılabıyla birlikte ev ve iş yerinin birbirinden ayrıldığını biliyoruz. Ailenin geçimini temin için önce erkek sonra da kadın evinin dışında bir çalışma hayatına katıldı. Fakat erkeklerin konumu iş yerinde sabitlenirken kadınlar ev ve iş yeri arasında kaldılar. Evde olmayı tercih edenler, hayatın akışının dışında kalmakla itham edildi, çalışmaya başlayanlar ise evini ve çocuklarını ihmal etmekle suçlandı.
Kadın, birkaç yüzyıl önce toplumdan bağımsız tartışılan bir kimlik değildi, bugün ise konumuna ilişkin net bir görüş yok. Kadın, tabiatının esnekliğinden doğan yeni durumlara uyum becerisiyle ayakta duruyor fakat kamplara ayrılmış toplumsal birimler arasında her fert gibi sorumluluklarının yüküyle baş başa kalıyor. Dolayısıyla modernizmin kadını özgürleştirdiği ya da güçlendirdiği iddiası bir varsayımdan öteye geçemiyor bilakis her ferdi yaşadığı topluluğa ve kendilerine yabancılaştırdığı gibi kadınları da öz benliklerine yabancılaştırıyor.
Dr. Saliha Okur Gümrükçüoğlu
KADEM Yönetim Kurulu Başkanı
Lacivert Dergi, Şubat 2018