MUHAFAZAKAR AİLE KADINA İHALE
Nazife Şişman
Hükümetin, en az üç çocuk politikasıyla eş zamanlı olarak kadınların iş gücüne yüksek oranlarda katılımı için bir çaba içine girmiş olması, çelişkili bir durum olarak görülüyor. Ve muhafazakar bir siyaset açısından bu strateji nasıl bir zemine oturuyor sorusu soruluyor, haklı olarak. Haklı olarak diyorum ama… Genelde muhafazakarların bu konuda net bir yaklaşımı var da hükümet buna bigane dememiz de pek mümkün değil. Zira muhafazakarlar, aile hakkında çok konuşmalarına rağmen ailenin çağdaş sorunları üzerinde yeterince kafa yormuyor.
Bu konular tartışıldığında klişe bir yaklaşım giriyor hemen devreye: Aileyi koruyacak olan kadınlardır, kadınlar çalışma hayatına atıldı boşanmalar arttı, gelecek nesiller anneye emanet vb. Ailenin zevalinden kadınları sorumlu tutan, bekasını da kadınların üzerine havale eden bir yaklaşım bu. Ve bu yaklaşım neredeyse başka hiç bir parametreyi dikkate almıyor: Mesela erkeklerin aileyle bağlılık ve sorumluluk ilişkilerindeki değişimi; kentli seküler kültürün kadınların ve erkeklerin, aileye ve çocuğa bakışı üzerindeki etkilerini; yeni cinsellik kültürünün ahlakı aşındıran boyutunu; sosyo-ekonomik, kültürel pek çok başka etkeni hiç dikkate almaksızın “kadın ve aile” diyor, başka da bir şey demiyorlar.
Kadından, kadınların toplumsal değişiminden, rol karmaşasından, çalışma hayatı ve annelik arasındaki gerilimli ilişkiden o kadar çok bahsediliyor ki sanki aile, sadece kadınlar ve çocuklardan müteşekkil bir yapıymış gibi bir izlenim oluşuyor. Esasında ailenin kadına ihale edilişi Tanzimat’la başlar. O zaman kurulan bu irtibat, “kadın ve aile”yi hiç kopmamacasına birbirine bağladı. Yenilgi ile yüzleşen Osmanlı yönetici ve aydınları için çözüm, basit bir izlek takip ediyordu. Terakki için yeni bir toplum, yeni bir toplum için yeni bir aile, yeni bir aile içinse yeni bir kadın gerekiyordu. Ulusu yetiştirecek olan kadındı, kurtarıcı. Yani kadının güçlenmesi, ailenin güçlenmesi demekti.
1970’lerden itibaren bu söylemi daha ziyade İslamcılar/muhafazakarlar devam ettirdi. Muhafazakarlar için aile, dejenerasyonla eş anlama gelen değişme karşısında korunması gereken son kale olarak görüldü. Kalenin muhafızı kadındı. Erkeğin “evin reisi ve ailenin çobanı” olduğu şeklindeki geleneksel anlayışın yerine, yetiştirilecek yeni nesiller kadına emanet edildi. Ve ideal toplumu ve kültürü üretme görevi, münhasıran kadına tevdi edildi. Modernleşmenin ilk yıllarındaki “eğitilmiş anne” ve “fenni usullerle çocuk yetiştirme” ideallerinin benzerleri hakim oldu camiaya.
Ailede ve kültürün aktarımında, erkeğin rolü neredeyse hiç yok gibi kabul edildi. Bu kabulün, modernleşmenin bir sonucu olduğunu değil de “İslami” olduğunu düşünüyor, bu konuda yazan çizen pek çok kimse. Bu konu, ayrıntılı bir şekilde ele alınıp analiz edilmeyi hak ediyor. Ama burada konumuz kadınlar üzerine yüklenen “ailevi” görevlerin modernleşme ile nasıl geometrik bir artış gösterdiği.
Mesela çocuk yetiştirme görevi… Modern pedagoji çocukluğu aşırı kırılgan bir dönem olarak tanımladığından çocuğu koruyup kollama, kendine güven kazanmasını sağlama, yumuşak ve korunaklı bir atmosfer sunma, doğrudan annenin görevleri olarak görülüyor. Bu da anneler için çocuk yetiştirmeyi çok meşakkatli bir uğraşa dönüştürüyor. Çocuk bir proje gibi adeta ve projenin başarısından büyük oranda anne sorumlu. Beklentileri ve talepleri sürekli artan bir “çocuk yetiştirme” yükü ile karşı karşıya kalan kadınların az çocuk tercihini “rahatına düşkünlük”, “kendini gerçekleştirme hevesi” gibi yargılayıcı ifadelerle geçiştirmek, sorunun ciddiyetini görmekten alıkoyuyor muhafazakarları.
Yedi çocuk, nohut oda bakla sofada büyütülürken iki artı birlere, üç artı birlere ikinci bir çocuğun bile sığamaması, sadece bir tek parametreyle, yani kadınların o eski cefakar kadınlar olmaması ile açıklanabilir mi? Tabii ki aynen diğer modern bireyler gibi kadınların tahammül kapasitesinin azalmasının bu sonuç üzerinde önemli bir etkisi var. Ama çocuğun artan pedagojik ihtiyaçlarını, mahalle gibi diğer sosyal faktörler devre dışı olduğundan çocuğun her açıdan anne üzerine abanışını, evin mimarisini, teknolojik çevrenin de etkisiyle artan hiperaktiviteyi, işinden başka sorumluluk üstlenmeyen ve sadece Pazar günleri AVM babası olan erkekleri vb. pek çok değişkeni dikkate almadan böyle kolaycı bir yaklaşımla, değil sorunu çözmek, anlamak hatta ondan da öncesinde tasvir etmek bile mümkün olmaz.
İşte bu tasvir eksikliği sebebiyle “Kadınlar evlerine geri dönseler, bütün problemler çözülür” gibi klişe öneriler dile getiriliyor muhafazakarların bazıları tarafından. Ama bunun anlamlı bir öneri olup olmadığı üzerinde hiç durmuyorlar. Kadınların da erkeklerin de dönebilecekleri bir ev var mı? Bu temel soru gündem dışı. Halbuki ev bizim bildiğimiz manada korunmuş bir alan değil artık.
Kabe’nin ilk mabed ve ilk ev oluşunda somutlaşan kozmolojik düzeyden, mahremiyeti, hürmeti yani insan oluşun asgari şartlarını sağlayan toplumsal ve fiziksel düzeye kadar ev, Müslümanların tasavvurunda çok önemli bir yer tutar. Bunu biliyoruz. Fakat Kabe’nin üzerine abanan kuleleri görmesi gereken ama bir türlü görmeyen gözlerimiz, evlerimizi yuva olmaktan uzaklaştıran yapılanmayı da görmelidir. Tarihte bir zamanlar gerçekleştirilmiş olduğunu varsaydığımız dengeyi nostaljiyle hatırlar ve bugünün gerçeklerine gözlerimizi kapatırsak, bir yere varmamız mümkün olmaz.
Şunu görmüyor mu muhafazakarlar? Televizyonun gündüz kuşağı yayınlarının girdiği, çocuk odasında dizitv izlenen ya da dijital oyunlar oynanan, yemek esnasında bile karşısındakinin gözünün içine bakarak başkasıyla mesajlaşan aile fertlerinin yaşadığı üç ekrana esir bir ev, hiç bir zaman o özlediğimiz, sosyal hayatın kirlerinden korunmuş, “evinin direği kadınlar” olmamızın teminatı olan bir alan değil artık. Bu nedenle, mimariyi, iletişimi, kenti tartışmadan, hiç bir şey değişmemiş gibi kadınları evde muhafaza ederek aileyi koruyabileceğimizi/kurtarabileceğimizi zannetmek, sadece bir zandan öteye gidemez.
Kadınların hayatında devrim niteliğinde değişimler yaşandı son bir kaç yüzyıldır. Ve bunlar aileyi doğrudan etkileyen değişimler. Bu yüzden ailenin karşılaştığı sorunları kadınlar üzerinden algılamakta haklıyız büyük oranda. Ama toplumda hiç bir şeyin tek başına değişmediğinin farkında olmak için sosyal bilimci olmaya gerek yok. Bu dünya zaten alem’ül-kevn ve’l-fesad’dır. Yani her şey oluş ve bozuluş halindedir. Değişim kainatın özünde mevcut. Ama değişenler içinde değişmeyen değerleri, ilkeleri korumak istiyorsak eğer, öncelikle olmakta olanı tasvir etmek zorundayız.